
AZİZ MAHMUD HÜDAİ HAZRETLERİ İSTANBUL
SULTAN MURAD VE AZİZ MAHMUD HÜDAİ HAZRETLERİ..
“Bir gece rüyasında şeyhi Üsküdarî Aziz Mahmud Hüdayi Efendi ile sohbete oturmuştu. ‘Ben kemter Murad’ım!’ diyor, içini kemiren derdin Bağdat olduğunu söylüyor, derman aramaya geldiğini ifade ediyordu.
Hüdayi Hazretleri kendisine: ‘Murad! Saltanatına mağrur olmasan her bir köprüyü selâmetle geçersin, dünya rahatına düşer de kendini bırakırsan, dünyayı kendine de, ailene de dar edersin. Gözünü her zaman ileriye dik, hedefini daima geniş tut, lâkin sık sık arkana bakıp, geçmişten ibret almayı da hiç ihmal etme. İbret almasını bilmeyenler için tarih, bir mezartaşı, ibret almasını bilenler için ise koskoca bir âbidedir. Kılıç fetheder; ama hükmetmez. Hayırla yâd edilmek istiyorsan, adaletle hükmetmelisin. Ümmetin çobanı ol, bilirsin çoban uyudu mu kurtlara gün doğar. Elinde imkânlar var, lâkin aklından çıkarma, davulcu ehîl olmadıkça, en iyi davul bile düzgün ses vermez, işinde ehîl olanlarla teşrik-i mesai eyle. Doğru tektir; ama yanlış çeşitli şekillere girip yoluna çıkabilir, sen doğru olanı ara. Kılıcın kısa geldikte, düşmana bir adım daha yaklaşmak kısalığı telâfi eder. Ahâlînin acıları, ızdırapları, iniltileri ortasında keyif sürmeye padişahlık değil, zindan bekçiliği denir. Padişahlığın dört şartı vardır: hikmet, iffet, cesaret ve adalet. Doğduğunda teb’andan herhangi biri gibi çıplaktın, öldüğünde teb’andan herhangi biri gibi, birkaç arşın kefenle gömüleceksin. Aradaki mesafe o kadar kısadır ki, mağrur olmaya değmez.’
…Padişahın rahlenin önünden kalkacağı yoktu. Okuyor muydu, düşünüyor muydu, belli değildi. Fakat daha fazla bekleyemezdi. Neredeyse namaz vakti geçiyordu. ‘Namaz vakti Padişahım, hazır mısınız?’ sesini duyduğunda, Sultan Murad Bağdat kapısından girmek üzereydi. Atının tökezlemesi ânında imamın sesini duydu. Başını öne doğru salladı. Kalktı, safa geçti. İmamla birlikte tekbir aldı: Allahuekber! Bağdat nerede kalmıştı, tâ beynine kazıdığı Bağdat? Yoktu… Önünde çimen kadar yeşil halılar vardı, secde yerleri. Padişah, rahlenin önünde kalmış, namaza Şeyh Mahmut Hüdayi’nin sâdık müridi kemter Murad durmuştu. İkisini birbirinden o kadar iyi ayırıyordu ki, onu tanıyanlar bunun şuurî bir ayrım değil, fıtrî olduğunu söylüyorlardı. Bir keresinde rahmetli Hasan Halife: ‘Padişahım tekkede başka tahtta başkasın, bu işin sırrını söyler misin?’ diye sormuştu. ‘Bilmem ki!’ demişti Sultan Murad. ‘Kendi bilmecemi çözebilseydim, kâinatın esrarını da çözebilirdim. Bu öyle bir hâldir ki düşünmeyle olmaz, kendiliğinden olur.’ demişti.”
Kaynaklar
- Şair Padişahlar, Coşkun Ak, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları/2725 Ankara, 2001, sayfa 65-71.
- Osmanlı Tarihi, 3. Cilt 1. Kısım, İ. Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınları, Ankara, 1988, sayfa 177-208.
- Rüyadan İmparatorluğa Osmanlı, Carolıne Fınkel, çev. Zülal Kılıç, Timaş Yay., İst., 2007, sayfa 185-201.
- IV. Murad, 1. Cilt, Yavuz Bahadıroğlu, Nesil yay, İst., 2006.
- IV. Murad, 2. Cilt, Yavuz Bahadıroğlu, Nesil yay, İst., 2006.
- Sızıntı Dergisi, Ağustos 2003, Yıl: 25, Sayı: 295.
- Büyük Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, Cilt 5, sayfa 205-300, Ötüken Yay., İstanbul, 1977.
Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Azîz Mahmûd Hüdâyî türbesi önüne buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imâmına rastladı ve:
“-Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.
Böyle bir suâl karşısında şaşıran imâm Muharrem Efendi:
“-Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:
“-Lütten beni onunla görüştürünüz!” dedi.
Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:
“-Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Genç de, talebini tekrarladı:
“-O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.
Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından mes’eleyi çözebilmek için:
“-Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun” diye sordu.
Yüzü gibi sînesi sâf olan delikanlı da, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:
“-Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.
Sözün burasında Muharrem Efendi, mes’elenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcûd olduğunu nihâyet idrâk etti ve merakla sordu:
“-Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?” Genç anlatmaya başladı:
“-Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir halde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nûr yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:
“-Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?” dedi.
Ben de:
“-Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.” dedim.
Nûr yüzlü ihtiyâr, hafifçe başını salladı:
“-Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!” dedi.
Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevkediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu v.s. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:
“-Baba! Ya sen kimsin?” O da:
“-Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.” dedi. Sonra:
“-Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?” dedim.
O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:
“-Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!” dedi.
Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.
Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:
“-Buraya nasıl gelebildin?” Ben de:
“-Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.” dedim.
Harb bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:
“O mübârek bir zâttır” diyerek burayı târif ettiler.” Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:
“-Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.
Böylece mes’eleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdetâ kekeleyerek hulâsaten:
“-Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allâh dostudur. Herhalde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.
Bu cevabı duyan vefâkâr ve imanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmında yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.
Hüdâyî mihrabının imâmı da, ağlıyordu…
Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından bir misâldir.
Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hakk’dır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar olagelmiştir.
Yorumlar
Yorum Yaz