HACI AHMET KAYHAN DEDE (ANKARA)
HACI AHMET KAYHAN DEDE (ANKARA)
Bir olay, kendi başına bir sınıf oluşturacak kadar olağanüstü olduğu vakit, biz ona “keramet” ya da (peygamberler söz konusu ise) “mucize” diyoruz. Peki o zaman, olağandışı olayların her gün, her ay, her yıl tekrarlandığı ve bir türlü tükenmediği duruma ne diyeceğiz? Başka bir deyişle, olağanüstünün olağan hale geldiği duruma ne isim koyacağız?

İnanmayanlar, buna imkânsız diyecekler. Başkaları, çok kuşkulu bulacaklar. Ben buna, Muhammedi velayetin mükemmel serpilmesi diyorum.
Efendi’nin takipçilerinden herhangi biri ile görüşün, bu konuda bir ya da daha fazla anı dinlersiniz. Ben de böyle ilginç hikayeler anlatabilirim. Sırf örnek olsun diye, Efendi’nin bir arkadaşının dün bana anlattığını, hafızamda taze iken aktarayım:

Yıllar önce, kendisi Hacer Ana’ya ait bir evde kiracı imiş. Kayhan ailesi de biraz uzakta, diyelim ki 50-60 metre uzakta oturuyormuş. Bir akşam, namazını kıldığı sırada, kapının vurulduğunu ve Kayhan Dede’nin onun adını çağırdığını duyuyor. Ancak namazını bölemiyor ve namazını bitirdikten sonra, Kayhan’ların evine gidiyor. Hacer Ana ve Efendi, oturuyorlarmış. Efendi’ye diyor ki, “Kusura bakmayın, kapıyı çaldığınızda size açamadım.” Hacer Ana ona tuhaf tuhaf bakıyor. “Sen ne diyorsun?” diyor. Cevap veriyor: “Ben namazımı kılıyordum, Efendi’nin kapıyı çaldığını, bana seslendiğini işittim.” Hacer Ana diyor ki, “Sen çok tuhaf adamsın. Efendi bu odadan çıkmadı. Bana, seni ziyaret etmemizi teklif etti, ben de ona saatin geç olduğunu söyledim. ‘Peki,’ dedi, ‘öyleyse biz onu çağıralım, o gelsin.’ Ve şimdi buradasın. Bu müddet zarfında yerinden kımıldamadı.” Efendi’nin tek yanıtı, gülümsemek ve arkadaşını oturması için buyur etmek olmuş.
Ama önemli olan husus, bu hususun önemli olmamasıdır. Asıl husus, her zaman olduğu gibi, Efendi’nin kendisidir, yoksa girdabı çevresinde ortaya çıkan ikincil oluşumlar değil. İnsanlar çoğu zaman böyle şeylere saplanıp kalıyorlar, bunların manevi ilerlemeye birer engel olduğunu bilmiyorlar. Odaklanma, kerametler üzerine değil, ahlak üzerine olmalıdır.
Doktorlar, yıllar önce Efendi’nin bedenini muayene ettiler, klinik olarak ölü sayılması gerektiğine karar verdiler. Bundan büyük keramet olur mu?
Vefatı
Yıllar boyunca, bir tek düşünce, saplantım oldu: Ölüm, dolayısıyla da ayrılık, kaçınılmaz olduğuna göre, Efendi’nin mümkün olan en uzun süre hayatta kalabilmesi için elimden geleni yapmalıyım.
Elimde ne gibi olanaklar varsa, bu amaca seferber ettim. Bağlıları, insanlık, bütün kâinat bu İnsan’a muhtaç, diye düşünüyordum. Ne pahasına olursa olsun, bu eşsiz olay korunmalı, ömrü sınırsızca olamasa da, azami ölçüde uzatılmalı idi. Efendi, çok yaşlı ve hastaydı. Dinlenmeye ihtiyacı vardı, kapısına gelen insan kuyruğu gücünü ve sağlığını tüketiyordu. Bir tek rahat gece geçirmedi, ama gene de sabah olduğunda, hiç değilse kısmen dinlenmiş olurdu.
Ziyaretçi akını sabah erken saatte başlardı. Hepsini kabul eder, bizim onların girişine engel olmamızı yasaklardı. Gelen bir karınca bile olsa onu dinler, en küçük derdini gidermeye çalışırdı. En zor sorunları en kolay şekilde çözerdi. Vardiya gecenin geç saatlerine kadar devam ederdi. Son misafir de gittikten sonra, onu yatağına uzanmış, zayıf bedeni tamamen tükenmiş, ölü gibi yatarken seyrederdim. Bu düzenin sonsuza dek süremeyeceği besbelli idi. Fakat hepimiz, kaçınılmaz olana kafa yormak şöyle dursun, onu aklımıza getirmeyi bile reddettik.
Bu durumun bir sonucu olarak, kendimi azap verici bir ikilemin çatalında buldum. Bir taraftan, Efendi’yi o kadar önemli buluyordum ki, elimden gelse onu ve öğretilerini, bütün dünyaya canlı yayın yapardım. Ama öte yandan, o kadar yorgun ve hasta idi ki, bir tek kişiye bir tek nefes, bir kelime bile sarf etmesini istemiyordum. Bu güne dek buna bir çözüm, bir çıkış yolu bulamadım. Zaten artık bunun için çok geç.
Efendi’nin sağlığı, uzun yıllardan beri bozuktu. Şimdi geriye baktığımızda anlıyoruz ki, son aylarında işlerine nihayet veriyor, uzaktan gelen misafirlerine kendisini bir daha göremeyeceklerini söylüyor, yaşam eserine son rötuşlarını yapıyormuş. Bunlardan bize, yakınında ve hizmetinde olanlara, tek kelime etmedi.
Vefatından önce bir hafta hasta yattı. 3 Ağustos günü hastane acil servisine götürüldü, aynı akşam saat 10’a doğru ten giysisinden sıyrıldı. Hepimiz en az birkaç ay daha hayatta kalacağını ümit ediyorduk, ben de önce vefat ettiğine inanmak istemedim. İkna olduğumda anladım ki, ölüm kazanmış, bense kaybetmiştim.
Cenaze namazı ertesi sabah (Salı) 10:30’da, az sayıda cemaatle kılındı ve Efendi, ebedi istirahat yerine yerleştirildi. Biz tabutunu taşırken, tabut o kadar yüksekteydi ki, ayak parmaklarımın ucunda yükseldiğim halde, el parmaklarım tabuta ancak değebiliyorlardı. Bu bile şaşılacak bir durumdur, çünkü Türk standartlarına göre hiç de kısa sayılmam.
H.BAYMAN














Yorumlar
Yorum Yaz